Hayatımı
bir zaman ekseninde incelediğimde tüm yolun tam tamına zıt kavramlardan
oluştuğunu görmek ne ilginç! Geri dönüp baktığımda tüm yaşantımın mutlu
olduğum, mutsuz olduğum anlarla, sevinçlerimle, üzüntülerimle, başarılarımla,
başarısızlıklarımla, aşklarımla, nefretlerimle dolu olduğunu görüyorum. Bir
adet “kalem”, bir adet “grafik kağıdı”,ve -diyalektiğin temel kavramları olarak
“oluş” ve “değişim” - hayatlarımızın grafiğini çizmeye yeterler. Birden fazla
insan için, bu verilerle bilgisayarda 3 boyutlu bir matris oluşturulabilir.
Hayatlar matrisi...Evet, şu anda çiziyorum onu kafamda.
Zaman ekseninin son bulduğu nokta, en uzun ömürlü insanın hayatının son bulduğu
andır aslında. En uzun yaşayan adamın hayat verilerini içeren eksenin hizasında
çoktan ölmüş insanların sıfırlarla dolmak zorunda kalan dizileri çarpıyor
gözüme. Dizi boyunca süren yaşantı verilerimiz ise biraz gürültülü de olsa
sinüzoidal bir dalgayı oluşturuyor. Dalga üzerinde bulunduğumuz andan geriye
doğru bu iniş çıkışların toplamına bakar ve dengenin nerede kaldığıyla ilgili
bir sonuç çıkarabiliriz. Ancak bu analizde en iyi uyum doğrusunu (bestline)
çıkartmak yapılacak en büyük hata olur. Yani bu çizgiye bakarak hayatımızda
sıfır çizgisinin üstünde mi, yoksa altında mı olduğumuzu hesaplamak bizi
fazlasıyla yanıltacaktır.
Dengede üstte mi altta mı kaldığımızı ancak diskrit anlar için hesaplamak
mantıklıdır. Çünkü bizler dibe vurduğumuzda gerçekten dibe vurmuş, hiç
olmadığımız kadar mutlu olduysak, sadece o an için hiç olmadığımız kadar mutlu
olmuşuzdur. O an karşımızdakinin bir gülümseyişi ya da bakışlarının derinliği
de olabilir bizi mutlu eden şey, mesleki bir başarı da, ağır bir hastalıktan
kurtulmak da... Hayat, sanıldığı gibi kontinyus değildir. Aslında aksi gibi
hayat, aynı saniyesi yirmi beş kareden oluşan bir sinema filmi gibi diskrit
anlardan oluşur. Bence hayat, nefes aldığımız anların toplamından değil,
nefesimizi kesen anların herbirinden ibarettir ve mutluluğun anlarda gizli
oluşu da bundandır.
Ölümden, yani matrisin bittiği noktadan sonra sonsuzluktan bahsetmek yerine,
bahsi geçen bu her anın geçmişe ve geleceğe doğru sonsuz replikaları olduğunu
düşünürsek, yani her anın ölümsüz olduğunu, artı ve eksi sonsuza doğru giderek,
evrende defalarca yaşandığını hayal edersek.. evet, işte o zaman, harcadığımız
her anın değerinin şu an verdiğimizden çok daha fazla olduğunu görebilir ve
hayatın tadını değil, anların tadını çıkarmaya bakarız...ve mutsuzluklarımız da
sadece gerçekleştiği o anlarda kalır ve donarak artı ve eksi sonsuzda
ölümsüzleşir. Bu an rutin bir hayatın ruhsal çöküntü anı da olabilir, sadece
etrafımızda birçok insan varken çok yalnız hissettiğimiz bir anda olabilir, savaşta
mayına basarak sakat kaldığımız bir an da... Etkilendiğimiz birinin
telefonlarımıza cevap vermeyişi de olabilir, mesleki bir düşüş de, ailemizden
birinin çözümsüz hastalığı da, .. ama bu an... ölümsüzleşir, ve o anda geri
dönüştürülemez ya da silinemez bir veri oluşturur, bu da dolaylı olarak o anın
değerini arttırır. Oluşan ölümsüz ve değerli bu anlar, kısıtlı bedenlerimiz
yüzünden hatırlarda kalan bir anı olur ve hayat dizimizin zaman ekseni
hizasında oluşacak verilerin hangi rakama yakınsayacağını belirler. Gel
gelelim, hayatlarımızın kalanına şekil veren aslında anılarımız değil de,
onları nasıl yorumladığımızdır. O yüzden, hafızamı değil de sanki yorumlama
yeteneğimi geliştirmek daha anlamlı...
Hegel’ in diyalektiğine göre her tohum kendi özünü içinde taşır, bu tohuma
yönelik her etki mutlaka kendi tepkisini, başka bir ifadeyle anti'sini ortaya
çıkarır ve sonunda yeni bir düzenin kapısı aralanır. Buradan yola çıkarak
elimizde karton kapaklı bir kitap olduğunu düşünelim. Aslında bu kitap bir ağaç
da olabilir, sıfır ve birlerden oluşan sayısal bir .pdf dokümanı da... nasıl
ona sadece o anda kitap diye kitap diyemezsek, yani geçmiste neydi gelecekte ne
olacak sorularını sormalıysak, hayat matrisimizin verilerini de aynı bu şekilde
yorumlamalıyız. Bizi mutlu eden ya da huzursuz eden olayların gelecekte tam
aksinin gerçekleşmeyeceğini kim iddia edebilir?
Verilen her karar aslında bir kaybediştir.
Hayatta bazen bazı kararlar verirken üzüldüğümüzü saklamaya çalışırız… Bazen kendimizi bunun, vermek zorunda olduğumuz bir karar olduğuna öyle inandırırız ki gerçekten üzüldüğümüzün farkına varışımız vücudumuzda çıkan sorunlarda belli eder kendini… Ellerimizi dizlerimize koyup koşmaya ara vermek isteriz ve nefes nefese kaldığımızı fark etmemizle yapay bir koşu bandında olduğumuzu ve bandı durduracak gücün kollarımızda kalmadığını fark etmemiz aynı ana tekabül eder. İstemesek de koşmaya devam ederiz hiç ilerleyemediğimizi bildiğimiz halde. Gerçekte ilerleseler bile ayaklarımız geri geri gidebilirler zihnimizde.
Tam da mevcut duruma alıştığımız anda telaşlı bir patlamadır içimizde cereyan eden. Bu bazen beklenmeyen bir anda sebepsiz bir gözyaşlarına boğulma anıdır, bazen çok yoğun bir baş ağrısı olarak çıkar karşımıza. Bazen bir tutam saçın beyazlamasıdır, bazen yoğun bir karın ağrısı, bazen hissizleşmenin ansızın fark edilmesi olarak çıkar karşımıza… Bazılarımız bir yazı yazar bazılarımız bir resim, heykel yapar… Bazılarımız bir şişe birada gizleriz içimizde saklayıp da kendimize itiraf etmediklerimizi. Oysa içilen biranın kapağını hiç yeniden kapatmayız. İçine üflediğimiz sıkıntılar aynı sigaranın dumanı gibi döner dolaşır şişenin içinden çıkıp alınan ikinci nefeste az önce geçip gittiği ciğerlerimize yerleşiverir. Sarhoş oluruz dumandan…
Ve sarhoş olmak isteriz bazen… Üzülmeyi hak ettiğini anladığımızda kaybettiklerimizin, üzülmeyi sevdiğimizi anlarız… İçimizden gelen dumanı korkusuzca üfleriz artık dışarıya. Boş bira şişelerinin kapaklarını cebimizde saklamaya başlarız ilerde lazım olur diye. Bilinçaltımıza yerleşen tecrübelerimiz değil, onları nasıl yorumladığımızdır çünkü. Kaybedilmiş seçenekler yüzünden yıpranmış hücrelerimizi ağıt tutmaya davet edebiliriz üstünden zaman geçmese de. Kediler mutluyken hırlarmış… Yeni öğrendim… Köpekler sinirlendiğinde hırlar hâlbuki. Severiz üzülmeyi. Üzülürüz sevdiğimize. Karşıtlıkların dengesine şaşar kalırız kelimeler bizimle oyun oynadıkça.
Ama fakat lakin kullanmadan kurmak isteriz cümlelerimizi… Ama kullanmamak mümkün olmaz pek.
Zaman illa ki akardı yol ve hız hiç olmasaydı da. Bilgilerimizi unuturuz zamanla. Fonksiyonlar yalan söyler.Matematik idealde geçerlidir. Hayat bir yamuk gibidir. Duygularımız kararlarımızı etkiler. Zihnimiz oyunlar oynar bazen. Ya da biz kafayı oynatırız zamanla. Bira şişelerinin kapaklarını çöpe atmak gerekebilir. Lüzum yok ya da. Cebimde kalabilirler pekâlâ… 3 yaşında bir kız çocuğu(kuzenim) ben bunları yazarken koşarak gelip bana sarılıyor “bizim evde bi tane varmıştı ya hani küçük sonra babam bana onda yazı açıyodu… başka napıodum.. ımm oturuyodum heralde.. bak ben k’ye basıyorum şey çıkıyo perde çıkıyo açamıyorum” diyor… anlamak zor oluyor biraz ama sanırım dediği tam olarak böyle bir şey. Yediği muzlu gofret için “bak nasıl da üçgen oldu bu” diyor… Sonra biraz daha yiyip “ee bak küçücük üçgen oldu bu…” diyor ve koşarak odanın öbür ucundaki aralık kapıdan çıkıyor. Hayatı onun gibi yaşamak lazım…
Çocukken içinde bir grup çocuğun olduğu bir fotoğrafa bakıp sen hangisisin diye sorduklarında kolaylıkla kendimi gösterebilirdim. Bunu şimdi de yapabilirim. Ama iki fotoğraftaki “ben” aynı ben olmasa gerek. Kaldı ki bunca yılda milyonlarca hücrenin yenilendiği bir bedenin aynı “ben” olması pek de mümkün değil. Diğer taraftan, gözlerim kapalıyken kim olduğumu sorguladığımdaysa; bırakın fiziksel görünümümü, küçükken olduğumu hissettiğim kişiyle şimdiki kişinin aynı kişi olduğu sanrısına kapılıyorum. Oysa değişmez sandığımız var olduğumuzu hissettiren ruhsal ben olgusunun da yıllar içinde değiştiğini gözlemliyorum. Yaşadığım iyi kötü bazı anlık hatıralar karakterimi şekillendirdiği kadar hayatımın geri kalanını da biçimlendiriyor. Ne var ki o anlarda verdiğimiz bu küçük kararların hayatımızı ne kadar değiştirebileceğini kestiremiyoruz. Kaos Teorisinin de dediği gibi: “Bir kelebeğin kanatlarını çırpması, dünyanın öbür ucunda bir tayfunun meydana gelmesine sebep olabilir.” Çok ütopik bir teori… Evet bence de… Ama hayattaki her şeyin bir sebebi olduğunu anlamama yardımcı oluyor.
Yani artık biliyorum ki; ilk bakışta herhangi bir sigara dumanın havada yaptığı şekillerin rastlantısal bir patika izlediğini sanmam, bu dinamiğin aslında ortamdaki birçok parametre ile belirlendiği gerçeğini değiştirmiyor.
Bir bilge der ki: “Ölümün yolunda rastlantıya yer yoktur… Yalnızca kararlar vardır.”
Öyleyse şans faktörünü hesaba katarak üçlük atış yapmaktansa… topla beraber ampulün içine kadar girip smaç basmayı tercih etmeliyim. Hücum süresi azaldıkça işler iyice şansa bırakılır ya. Öyle olmasın benimki…ve hiç kimse yarın ölmeyeceğimizi iddia edemeyeceğinden hayatta hataya yer yoktur. Andy Dufresne’ni tanıyanlar şu sözü iyi bilir:
“Get busy living or get busy dying.” işte bütün mesele bu… ve burada yazamayacağım bazı gerçekler…
Ayın on dördünde NKM nöbetim var. On dördü Perşembeye geliyor. Nekame dedim, dikkat çekerim. Bu, askeri lisanı öğrendiğim anlamına geliyor. Siz bilmezsiniz… Dil bilmeye benzetiyorum ben askeriyede diyalog kurmayı. Kısaltmalar falan çok önemli yer tutar. Ast üst ilişkisine göre der die das alır kullandığın kelimeler. Üstlerinle konuşmak seni stress'e sokar. Okunuşunu bilmediğimiz bir dildeki özel ismi, biliyormuş gibi okumaya çalışırken içinde bulunduğumuz hissiyata benzer üstlerinle muhabbet etmek ilk zamanlar… Ambale olursun. :) Halbuki astlarınla konuşmak, emretmek çok daha basittir: yüklemi cümlenin başına alırsın olur biter. Başına da “evet” ekleyip sesi biraz gürleştirdin mi tamamdır:
- Evet… Al Başa Yüklemi!
Ama üstlerinle konuşmak daha zordur. Kurduğun her cümlenin sonuna “nokta” yerine “komutanım” eklemeyi çabuk öğrenirsin; bir de bilmediğin kelimeleri kullanmasalar!..
“Sercan, derhal kıt’adan bir unimog tahsis ediyosun, karargah bölüğünün AMM’sinin TMK ve duhüllerini ihtiva eden talimnameyle birlikte istihkam bölüğüne intikal ediyosun. Müteakiben takımın mukavemet eğitimini tanzim edeceksin. Görevin ifası sırasında yaklaşma istikametlerine gayri muaiyen zamanlarda gerekirse İKK tedbirlerini mutlaka al. Herhangi bir vukuat olacak olursa vazelini hazırla beni bekle. Var mı anlaşılmayan bişey?"
- Hııı komtanım… Yoh..eet tımım komtanöm. ( ambale şekil-1a)
“Bir şey anladıysam Arap olayım.” sözü buradan çıkmış olsa gerek. Bildiğim yabancı dillere daha çok hâkimim desem yeridir. Hatta bakın yeni öğrendim; Almanların “Donner” adını verdiği Vikinglerin Gök gürültüsü Tanrısı “Thor” un günüymüş “Thursday” yani “Donnerstag” ya da bildiğin “Perşembe”…
Evet, askerliğimin bitmesine 2 ay kaldı ve bir takım izlenimlerde bulundum. Bu süreçte insan garip şeylere alışmak durumunda kalıyor sanırım: Horultuya rağmen uyumaya, çömelerek s.çmaya veya hiç ara vermeden gün boyu çay içmeye alışıyorsun… Ne yaparsan yap o çay bardağı orda bir yerde sana eşlik ediyordur mutlaka… Bir de sivillere bile emir kipinde konuşmaya başlıyorsun… İnsan dolmuşta gariban yurdum insanına “EET UZAT PARAYI!” der mi ya? :) dedim ben…
Ama bu alışkanlıklardan en önemlisi etrafında bir sürü şey olmasına rağmen kendini hep yalnız hissetmeye alışmaktır. İronik bi durum. Kalabalığın arasındaki yalnızlık misali... Tabi bu durumun doğurduğu sonuçlar da yok değil. Bu yalnızlık duygusu ve aitlik içgüdüsünün sentezidir zaten askerde çok sıkı dostluklar kurulabilmesinin sebebi… Askerlerini kardeşinmiş gibi seviyorsun mesela… Hatta bir takım eşyalarla duygusal bir bağ kuruyorsun bu yüzden… İnsanın en sevdiği pisuvar diye bir şey olur mu arkadaş :) var benim.
Pis şartlarda yaşamaya alışıyorsun sonra… Evet, kaldığımız misafirhane gayet güzel. Odada televizyon, buzdolabı, klima hepsi var rahatımız yerinde yani… Tabi her sabah uyandığımızda kulaklarımızı fare yemiş mi diye kontrol ettiğimizi saymazsak… : )
Bi de özlüyosun be arkadaş… çok özlüyosun… Geçenlerde aynı odada kaldığım askerlik arkadaşım Mehmet Asteğmen’i odada tek başına içerken buldum..
- Napıyosun abi yalnız başına içilir mi hiç?
diye sorunca, adam ne dedi biliyo musunuz :
- Yalnız diilim ki… Rakı da var…
More Recent Articles
|